Metallica 8 sene sonra geri döndü. 10. Stüdyo albümü Hardwired… To Self-Destruct, çıkışından günler önce sızdırıldı. 8 senelik bekleyişten ve merak uyandıran single parçalardan sonra kendimizi tutamadık, biz de dinledik.
Her yeni albümünde farklılıklar yaratan Metallica, yıllar geçtikçe sadece metal tarihinin değil, müzik tarihinin de en önemli grupları arasına katıldı ve böylece her dinleyici kitlesinden hayran edindi. Bu da grubu her türlü dinleyiciyi memnun etme çabası içerisine sürükledi. Load & Reload, klasikçilerin tadını kaçırsa da benim gibi milyonlarca insan için birer başyapıt oldular. St. Anger genele bakıldığında hiçbir yere oturmasa da bence grubun geçirdiği tatsız dönemlerden sonra yapabilecekleri en iyi terapi, en iyi dışa vurumdu. Death Magnetic ise her açıdan müthiş bir içeriğe sahip olsa da prodüksiyon konusunda büyük sıkıntılara girmiş, kuru gürültü patlamasına maruz kalmış ve iyi-kötü tartışmalarının odağı olmuştu. İyiydi fakat doyuramıyordu.
Metallica daha sonra kendi prodüksiyon şirketini kurdu ve ipleri tamamen eline aldı. Bu sebeple yeni albüm Hardwired… To Self-Destruct bir ilk olma özelliğini taşıyor. Peki, bunca senelik beklentileri karşılıyor mu? Bence evet.
77 dakikalık bu albüme parça parça kısaca değinmek ve daha sonra genel bir değerlendirme yapmak daha doğru olacaktır. Ayrıca her şarkıda nelerin anımsatıldığını, nelerden ilham alındığını az çok yorumlamak gerekir çünkü genel değerlendirmeyi bu çerçeveden oluşturmak daha sağlıklı bir bakış açısı oluşturacaktır. Hakkında yazılanları okumadan önce düşündüklerim şöyle:
Dinleyiciye sunulan ilk parça olan Hardwired ile enerjik bir Metallica çıkıyordu karşımıza. Tam bir Slayer agresifliğiyle bezenmiş sert bir parçaydı ve James Hetfield’ın aynı sertlikteki vokal etkisi tatmin ediciydi fakat bir sorun vardı. Şarkı çok kısaydı ve solo neredeyse yoktu. İlk izlenim olarak soru işaretleriyle doldurulmuştu kafalarımız. Dinleyiciler arasında yine bir kutuplaşma mevcuttu.
Yayınlanan ikinci parça Moth Into Flame ile kendimize gelmiştik. Riff konusunda Hetfield’ın yine cömert davrandığı, trafik olarak güzel kurgulanmış, şarkı sözü olarak eleştirel bir tavır takınmış ve tadında yazılmış solosuyla oldukça doyurucu bir şarkıydı. Beklediğimiz Metallica ufukta görünmüştü.
Son single Atlas, Rise! ise Iron Maiden melodilerinden ilham almasına rağmen Metallica olduğunu yeterince kanıtlayan bir parçaydı. Nakaratta gitarın vokale yedirilmesinden geçişlere kadar hemen hemen her şeyiyle olmuştu.
Bu 3 single’ın tek sorunu bitirilememiş olmalarıydı. Bitti gibi gözüküyorlardı ama bir yerden çevirip bir tur daha çalınıyorlardı. Albümü dinledikten sonra bu durumun sadece bu 3 parça için olduğunu fark ettim.
Gelelim albümün geri kalan ¾’lük kısımdaki parçalarına…
Now That We’re Dead’in girişini duyduğum ilk anda aklıma Amerikalı güreşçi Shawn Michaels’in ringe çıkış müziği geldi. Bir dönem sıkıntıdan Youtube’da güreş videoları izlemiş olduğum gerçeğini de burada su yüzüne çıkartmış oldum ama konumuz bu değil elbette. Şarkı Black Album ve …And Justice For All karması bir biçimde başlıyor. Oldukça sağlam bir iskelet üzerine kurulmuş parçanın özellikle solodan sonraki kısmı müthiş bir etki bırakıyor. Konser setlistlerinde yer almasını beklediğim bir parça olmuş. Her ne kadar eski günleri anımsatsa da tam bir canlı performans şarkısı.
Dream No More ile en başta Sad But True’yu anıyoruz. Sonra biraz biraz Devil’s Dance tınıları geliyor kulaklara. Hetfield vokalde yüksek tonları zorlamış, az çok Load & Reload dönemini anımsatıyor. Önceki şarkılara kıyasla biraz zayıf kalmasının sebebi de Metallica’nın kendisinden çok fazla ilham almasıdır. Kendini tekrar eder gibi gözükmelerindense Iron Maiden’dan ilham almış olmalarını tercih ederim. Cthulhu’nun seneler sonra konu edilmesi ise hoş bir detay olmuş.
Albümün ilk yarısının son parçası Halo On Fire, yavaşlığıyla dikkat çekiyor. Clean vokalle başlayıp nakaratta kirli vokale evrilen bir Hetfield dinliyoruz. Parça progresif bir etkiyle ilerliyor ve riff konusunda oldukça çeşitli. Albümün ikinci yarısındaki progresif etkiye bir alıştırma gibi adeta. Bir bütün olarak bakıldığında oturaksız imaj sergiliyor. Çünkü parçaların birleştirilme şekli çok kopuk olmuş ama bu bütünü oluşturan parçalar kendi içerisinde oldukça etkili. Özellikle 6. dakikadan sonra giren kısımda Fade To Black gibi müthiş bir seyirci korosu oluşturulabilir. Kaldı ki Fade To Black’i fazlasıyla anımsatıyor. 8:15’lik süresiyle göz korkutsa da nasıl geçtiğini pek anlamıyorsunuz. O açıdan harika. Her ne kadar kopuk olsa da gelecek konserlerin demirbaşlarından biri olmalı diye düşünüyorum.
İkinci kısmın ilk şarkısı Confusion, albümün öncesine göre oldukça yavaş ve oldukça progresif olmuş. Am I Evil? davulunu Cyanide davulu ile harmanlamış bir Lars Ulrich var bu sefer karşımızda. Soloların gereğinden uzun tutulduğunu düşünüyorum fakat yorucu değil. Kişisel yorumum kaliteli bir parça olduğu yönünde ama ilk kısma oranla bambaşka bir kimliğe sahip. Herkesi memnun etmeyecektir.
ManUNkind ise albümde Rob Trujillo’nun yazımına ortaklık ettiği tek şarkı. Çok güzel bir bass girişiyle başlıyor. Tekrar eden ritimlerden oluşması biraz can sıkıcı olmuş. İsmi kadar kötü olmasa da şimdilik albümün en zayıf şarkısı olduğunu düşünüyorum.
Here Comes Revenge’in hemen başında Harvester of Sorrow’ı hatırlayıp güzel bir giriş kısmına atlıyoruz. Vokallerin başladığı kısımda ise Thorn Within etkisi hissediyorum. Ana ritmi genel itibariyle Beyond Magnetic’teki ritimler gibi. Tabii ki yine Black Album döneminden esintilerle karşılaşmamız mümkün. Lars’ın doyurucu davul tonları, Kirk’ün özlediğimiz solosu, James’in mütemadiyen “Revenge” bağırışları ve Rob’un doygun bassları ile aslında ideal bir Metallica parçası.
Am I Savage? ile yine, yeniden Iron Maiden’a doğru bir koşu gidip geliyoruz ve hemen ardından Load & Reload moduna bürünüyoruz. Yine kişisel bir yorum yaparak albümün öncesine oranla geri planda kalsa da biraz matematiksel şarkı olduğu için albümden ayrı tutulması gerektiğini ve yeterli olduğunu düşünüyorum. Sevdiğim bir diğer nokta ise çok kesin bir şekilde sonlanması.
Murder One ise herkesin bildiği gibi Lemmy anısına yazılmış bir şarkı. Sanitarium girişini çok güzel hatırlatıyor. Sözlerinde de Lemmy ile alakalı referanslar fazlasıyla kullanılmış. Bir anma şarkısı olduğu için çok fazla didik didik etmenin anlamı yok. Kaldı ki ikinci kısımdaki en etkili parçalardan biri.
Ve son parça Spit Out The Bone. Her şeyiyle mükemmel, sert, hızlı, gümbür gümbür… Albümü başladığı gibi bitiriyor. İkinci kısmı ilk kısma bağlayan ve albümün bütünlüğünü kurtaran tek parça olduğunu düşünüyorum. Lars’ın davulda yarattığı harikalar her ne kadar konserde yapamayacak olsa da özlediğimiz şeyler. Kısa da olsa bass solosu çok güzel düşünülmüş. Gitar solosu tam anlamıyla ilk dönemlere ışık tutuyor. Vokaller ise hakikaten beklentilerin çok üzerinde. Muazzam bir altın vuruş.
Gelelim genel değerlendirmeye. İlk başta da dediğim gibi, şarkıları anımsattıklarıyla ele almak önemliydi çünkü bu defa gerçekten her dönemi kapsayan bir Metallica albümüyle karşı karşıya olduğumuzu ve böylece her türden dinleyiciyi tatmin ettiklerini düşünüyorum. Özellikle Load ve Reload dönemi hayranlarından biri olarak albüm süresince çok sık bu albümleri anımsamış olmaktan mutluyum. Iron Maiden konusuna gelince… Tüm eleştiriler bir yana; başyapıtlarını ortaya koymalarından onca sene sonra, 50’li yaşlarını devirmiş, ununu elemiş ve eleğini asmış, ne yaparsa eleştirilere kurban edilecek bir şeyi bulunacak ve yine ne yaparsa yapsın milyonlarca dinlenecek sanatçı ve grupların halen daha birbirlerinden etkilenmesi ve ilham alması çok güzel, çok özel bir şey. Kaldı ki burada Metallica ve Iron Maiden gibi devlerden bahsediyoruz. NWOBHM etkileri olumlu sonuç vermiş.
Yeni bir başyapıt beklemenin ise her dev grubun yeni albümünde belirttiğim gibi yanlış olduğunu düşünüyorum. Öncelikli olarak yaş faktörü olmak üzere, dünyadaki müzik çeşitliliğinin her geçen gün artması buna olanak sağlamıyor. Yapabilecekleri en iyi şey bu albümdeki gibi geçmişlerine ufak bir selam durmak olacak. Evet, bir şarkı için kendilerini tekrar ettiklerini söyledim fakat bunu yaparken yeni şeyler denedikleri gerçeği var ortada. Her şeyden biraz kullanmış olmaları son derece doğru bir hareket. Farklı metal türlerini de harmanlayabilmiş olmaları etkili olmuş.
Death Magnetic’in prodüksiyon faciasından sonra ilaç gibi gelen bir ses mevcut. Yıllar sonra duyduğumuz en doygun davul tonları, Lars’ın kendini aşıp hiçbir masraftan kaçınmadan terinin son damlasına kadar efor sarf etmesi bir albüm için oldukça sevindirici. Konserleri artık kabullendik… Riff fabrikası James’in aynı zamanda vokallerdeki performansı da son senelerdeki durumunu düşününce olağanüstü olmuş. Şarkı sözü konusunda ise zaten eline su dökülmez. İçindekileri çok güzel dökmüş ve çok güzel seslendirmiş. Bass gitar ise hak ettiği değeri görmüş ve gün geçtikçe daha çok görecek gibi. Gitar sololarına baktığımızda da Kirk’ün hayati organı haline gelmiş wah pedalını dozunda kullandığı görülüyor ama ağızları açık bırakacak, başına dönüp tekrar tekrar dinlenecek bir solonun olmaması üzücü.
Albüm hakkında yazılanları okuduktan sonra düşüncelerime paralel birçok yorumla karşılaşmış olmak da ayrıca sevindirici oldu. Metal Hammer’ın da Shawn Michaels referansını görünce bu konuda yalnız olmadığıma sevindim.
İlk dönem Metallica’cısı olmak yerine her dönem Metallica’cısı olmayı denemek lazım. Hepsinin kendine özgü bir güzelliği var fakat ön yargılar bu güzellikleri görmeyi engelliyor. Birtakım eksiklikleri olsa da 8 senelik bekleyişin sonunda böyle bir albümle karşılaşmış olmaktan çok mutluyum. Siz de mutlu olun. Gözlerinizi kapatın ve kesin bir yargıya varmadan önce 77 dakikalık bu albümü birkaç defa dinleyin.
Puan: 8/10
Not: Fotoğraflar alıntıdır.
https://twitter.com/kadirtaskiran